0 yorum 484 Görüntüleme
484 Görüntüleme

79. YILIN HATIRLATTIĞI MAKÛS TARİHİMİZ

image_print

Hesap Uzmanları Kurulu, görülen lüzum üzerine, 29 Mayıs 1945 tarihinde 4709 sayılı özel bir kanunla zamanın TBMM’since kurulmuştur.  Kurul, 646 sayılı “Vergi Denetim Kurulu Başkanlığının Kurulması Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararname” ile 10.07.2011 tarihi itibariyle kapatılmış; Vergi Denetmenleri, Gelirler Kontrolörleri, Maliye Müfettişleri ve Hesap Uzmanlarının, “Vergi Müfettişi” unvanı altında birleştirilip tek denetim biriminin mensupları haline getirilmesi planı böylece hayata geçirilmiştir.

Kurul kapatıldıktan sonra çoğu kişi, hükümetin bu tasarrufunun yanlışlığına dair çeşitli platformlarda çok sayıda görüş bildirdi. Biz ise bu yazımızda olaylara tarihsel süreç içinde bakarak önce “Kuruluş”un içeriğini ortaya koyup daha sonra da bu yapılana bir teşhis koymaya çalışacağız. Bunu öncelikle tarihe “not düşmek” ve daha önemlisi, bundan sonra atılacak adımlara bir “yön ve bilinç” vermek adına zorunlu görüyoruz. Her yeninin mutlaka “ilerleme” manasını taşımadığı; yapılan yenilik, eski iyiyi etkileriyle birlikte ortadan kaldırma amacını taşıyorsa, bunun aslında bir “geriye gitme” anlamına gelebileceğinin bilinciyle, Hesap Uzmanları Kurulu’nun tam 79 yıl önce hangi şartlar altında doğduğuna bakmayı ve bir kurumun nasıl kurulup devam ettirilmesi gerektiğini okurlarımıza aktarma adına da tercih ediyoruz. Zira, yeni yapının uzun ömürlü, sağlıklı ve ülke çıkarlarına uygun olup olamayacağı sorularına doğru cevapların, öncelikle kuruluş hikayesinde aranması gerektiğini düşünüyoruz. Bu tespitimiz özellikle, ilga olunsa dahi etkileri yaşamaya devam eden köklü yapılarla yakından ilgilidir. Hesap Uzmanları Kurulu da böyle bir yapıydı. Türk mali sisteminde yerleştirmiş olduğu anlayışın etkilerini daha uzun yıllar koruyacağını düşünüyoruz. Asgaride, “olması gereken”i temsil açısından…

Türkiye’de Müdahaleli Yönetimin Başlangıçları ve Tanzimat Fermanı

Coğrafi keşiflerin sağladığı nimetlerle endüstri devrimine girişmiş olan Avrupa karşısında, bütün bu gelişmeleri ıskalayarak ekonomik, politik ve askeri sahada kötü gidiş yaşamaya başlayan Osmanlı’daki çare arayışlarına ilk defa III. Selim döneminde (1789-1807) rastlıyoruz. Fransız ihtilalini takip eden bu dönem, aynı zamanda Osmanlı’da “batılılaşma” hareketlerine de sahne olmuştur. Bir yabancı ülkeye ilk defa daimi büyükelçi gönderilmesi bu yıllarda olmuştur.[1] Devlet işlerinde batılı uzmanlardan yararlanılması ve yabancı dil öğrenimine ağırlık verilmesi de dönemin temel politikaları arasında sayılabilir. Tanzimatın mimarı olacak bürokratik yapının ihtiyaç duyacağı fikirlerin tohumları da işte bu dönemde atılmıştır. Yabancı dil bilen Osmanlı elitinin, sanayileşmenin albenisini içeren batı tarzı yaşama karşı hayranlık birikimleri de keza bu dönemde ortaya çıkmıştır. Avrupalılar tarafından sanatta ve bilimde yapılan yeniliklere ortak olup onların sınai, zirai, iktisadi kurumlarından alıntılar yaparak İmparatorluğu yenileştirme anlayışı ise ana felsefeyi oluşturmuştur. İdarede, bilimde, sanatta, sanayide ve külliyen bakıldığında ise sosyal yaşamdaki “kopyacı ilerleme ekolü” Türk aydını ve bürokrasisinin iliklerine öylesine işlemiş olmalı ki, o zamanların fikri bakiyesi, sanki bir mirasmışçasına, etkilerini günümüzde dahi olanca ağırlığıyla hissettirmektedir.

III. Selim dönemindeki çabaların ardından, reform işlerine 1808-1839 yıllarındaki II. Mahmut hükümdarlığı sırasında da devam edilmiştir. Başta askeri sistemin reorganizasyonu olmak üzere, ulemanın mali özerkliğine son verilerek şeyhülislam ve dini kurumlar personelinin devlet memuru statüsüne kavuşturulması, devlet egemenliğini taşrada pekiştirici mali ve idari reformlar, tebaadan olan Müslüman tüccar (Hayriye Tüccarı) ile gayrimüslimlere yabancılardan korunmaları için sağlanan destekler, eğitim ve sosyal yaşamda bir asker-tarım toplumu için radikal sayılabilecek sair yenilikler bu padişahın zamanına tekabül eder. Ne var ki, Kanuni zamanında yürürlüğe konulan kapitülasyonların olumsuz etkileri hep hissedilmiş olmasına rağmen II. Mahmut’un vefatının hemen öncesinde, 1838 yılında, ikinci bir kapitülasyon özelliğindeki Baltalimanı Ticaret Anlaşması İngiltere ile imzalanmak durumunda kalınmıştır. Bu tarihten itibaren, kapitalist gelişimini tamamlamak bir yana, Avrupa ile karşılaştırıldığında ilkel denilebilecek feodal bir yapıdaki Türkiye, özelde İngiltere, genelde ise sanayisi güçlü Batı Avrupa’nın açık pazarı-sömürgesi haline gelmiştir. İşte bu anlaşmanın imzacısı Dışişleri Bakanı Mustafa Reşit Paşa çok geçmeden, çoğu tarihçiye göre yine İngiltere’nin etkisiyle, meşhur Tanzimat Fermanı’nı halka duyuracaktır.

3 Kasım 1839 tarihli Tanzimat Fermanı’nda vergi konusu ayrı bir önem verilerek yer almıştır. Türk tarihinde “vergide adalet” kavramına ilk kez bu fermanda rastlanır. Ferman, mültezimin keyfiliği üzerine oturan geleneksel iltizam usulünü kesin bir şekilde reddetmekte ve dolayısıyla vergi sisteminde köklü sayılabilecek bir reform önermektedir.

Vergi konusunun yanında, özellikle gayrimüslim tebaayı ilgilendiren can ve mal güvenliği konusu ile bazı idari ve hukuki reform mevzularını da içeren Ferman’ın bitimindeki şu cümle ise oldukça dikkat çekicidir:

“(…) bu irâde-i şâhânemiz,(…) dost devletlerin de bu yöntemin inşallah sonsuza kadar kalmasına tanık olmak üzere İstanbul’da oturan sefirlere resmen bildirilecektir (…)[2]

Diğer ülkelerin gözetim ve hatta denetim hakkı olduğu anlamına da gelen bu cümle, Osmanlı’nın o güne kadar yaptığı işlerden kimseye hesap vermeyen, siyasi alanda kural dikte edici ve bazen de tepeden bakan devlet geleneğinde ciddi bir kırılma olduğuna dair işaret vermektedir. Nitekim yaklaşımdaki bu değişikliği izleyen dönemlerde yabancı devletlerin, kendilerine aralanmış bu “hak kapısı”ndan sık sık geçiş yaptıkları görülecektir.

Müdahaleye Devam: Islahat Fermanı ve Dış Borç Alımları

1838 Ticaret Anlaşması ile Avrupa’nın açık pazarı haline gelen Osmanlı ekonomisi, Tanzimat Fermanı’nın yabancılar ile içerideki gayrimüslim-komprador sermayedar kesimi lehine yarattığı atmosferin de etkisi altında, stokçuluk ve keyfi fiyat artışları kaynaklı yüksek enflasyon ve devamında da bütçe açığı sorunlarını yaşamaya başlamıştır. İngilizlerin ve Fransızların desteğinde 1853 yılında Rusya’ya açılan Kırım Savaşı’nın bu ekonomik bozulmayı pekiştirici etkisi ise yadsınamaz. Savaştaki Devletin yıkılmaktan kurtarılması amacıyla; siyasî kuruluşlar, kişi hakları ve yeni kurumların oluşturulması hakkındaki yeni düşünceler Sultan Abdülmecid zamanında yayımlanan Islahat Fermanı’na yansıtılmıştır. Ferman, Tanzimât Döneminin önde gelen devlet adamlarından Sadrazam Mehmed Emin Âli Paşa tarafından, ilginçtir ki yine bir tanzimatçı olan Mustafa Reşit Paşa’nın karşı çıkışlarına rağmen, Avrupa devletlerinin arzuları doğrultusunda hazırlanmıştır. 18 Şubat 1856 tarihinde yürürlüğe giren Islahat Fermanı bir yönüyle, önceki Tanzimat Fermanı’nın bitiş cümleleri ile yabancı devletlere aralanan hak kapısından geçisi ifade etmektedir.

Dönemde yoğun borçlanmalar gerçekleşmiştir. Devlet başlarda dış borç alımı konusunda tereddüt göstermiştir. Bu bitkin halde bile devlet katında, “Para işlerinde ecnebilerin (yabancıların) muavenet (yardım) ve müzaheretine (desteğine) ihtiyaç elini uzatmak”, Devletin tarihi ananelerle (geleneklerle) sabit olan vekar (ağırbaşlılık) ve haysiyetine (onuruna)” aykırı sayılacağı düşüncesine sahip kişiler mevcuttur.[3] Ama bu “mağrur” duruşun ömrü uzun olmamıştır. Zira, o güne kadar hiç açılmamış borç konusunun bu şekilde dillendirilmeye başlanmış olması, vaziyetteki çaresizliğin ifşasından başka bir şey değildir.

Osmanlı’da bunlar yaşanırken Avrupa ekonomik açıdan kabuk değiştirmekte, küçük işletmeler yerlerini dev tröstlere bırakmaktadır. Bu da finans-kapital şeklindeki sermayeye akacak yeni ve kârlı mecraların yaratılması zorunluluğunu dayatmaktadır. Nitekim bir taraftan komprador yerli sermayedar sınıfı, diğer taraftan da III. Selim döneminden itibaren devlete yerleştirilen devşirme bürokratik kadronun tazyikiyle, Padişah Abdülmecit 4 Ağustos 1854 günü imzaladığı bir fermanla Hükümete borçlanma yetkisi vermiştir. Mısır Eyaleti’nden alınan cizye gelirleri karşılık gösterilmek suretiyle, Dent, John Hersley Palmer ve Ortakları (Londra) ve Baron Goldschimidt (Paris) ile 24 Ağustos 1854 tarihinde Londra’da bir borçlanma sözleşmesi imzalanmış; İngiliz ve Fransız piyasalarına tahvil ihraç edilmiştir. Olay “Mısır Borçlanması” olarak da anılmaktadır.[4] Bu borçlanmanın yetersiz kalması üzerine hemen bir yıl sonra, 27 Haziran 1855’de, İngiliz ve Fransız hükümetlerinin kefaletinde[5] ikinci borçlanmaya gidilmiştir. Bu sefer borcu veren Londra merkezli Rothschild Brothers firmasıdır. İşte bu borçlanma, mali denetim tarihimizde iz bırakan mühim bir özelliğe de sahiptir. Borçlanma savaş giderlerini karşılamak için yapıldığından, şartların yerine getirilip getirilmediğini denetlemek üzere biri Fransız, diğeri de İngiliz olmak üzere iki denetleme komiserinin atanması kabul edilmiştir. Böylece Osmanlı Devleti, tarihinde ilk defa yabancıların mali denetimi altına girmiştir.

İlk dış borç alımının yapıldığı 1854 yılından, önce borç yeniden yapılandırmalarına dair 6 Ekim 1875 tarihli meşhur Ramazan Kararnamesi’nin çıkışına ve hemen akabinde de resmen moratoryum ilan ettiğimiz 1876 yılına kadar geçen 22 yılda, 14 parti dış borç alımı yapılmış, Devlet Hazinesi kelimenin tam anlamıyla iflas etmiştir. “93 Harbi” diye adlandırılan ve 1877 yılında başlayıp 1878 yılında Ayastefanos Andlaşması ve devamındaki Berlin Konferansı’yla son bulan “Osmanlı-Rus Savaşı” da ikinci dalga dış borç alımlarını körüklemiştir. Bu tarihten 1914 yılına kadar yapılan borçlanma sayısı 27’dir. Hasılı, 1854-1914 yılları arasında 41 kalemde yapılan borçlanmanın toplam tutarı 347.372.040 Osmanlı Altın Lirası olmuştur.[6]

Dış Borçların Dayattığı Yeni Kurum: Mâli Denetim

Kamusal anlamdaki “bağımsız denetim”, özü itibariyle, erkler ayrılığının hakim olduğu hukuk devletlerine has bir yapıdır. Osmanlı’da bir denetim organına ihtiyaç duyulmamış olmasının temelinde, tüm işlerin padişahın mutlak iradesi dahilinde yürütülmesi esası yatıyordu. Zira, idare içinde bir denetim biriminin bulunması, yeri geldiğinde söz konusu mutlak iradenin de denetlenmesine müncer olacağından sakıncalı görülüyordu. Osmanlı’nın merkez ve taşra bazlı yönetim sistemi içinde (Mali işlerde “Defterdar” bu yönetsel yapının esaslı bir unsurudur.) ayrı bir güç odağı teşkil edecek bir denetim organına bu yüzden ihtiyaç duyulmamıştı.[7] Padişah kamu, yani kendi hukukunu ilgilendiren konulardaki tetkik işlerini görevlendirdiği özel memurlara yaptırır, çoğu zaman da bizzat oluşturduğu ve temelde “jurnalcilik” esasına göre çalışan gayriresmî bir haber ağından yararlanıp olayların gereği hakkında hüküm verirdi. Bu yapıdaki Osmanlı’nın gündemine ise “kurumsal denetim” yukarıda bahsedilen dış borç kullanımları nedeniyle girmiştir. Aslında bu bir nevi “dayatma” olmuştur. Zira borç veren yapılar denetimi borçlanmanın esaslı bir şartı olarak sunmuştur. Mesela borç verenler olarak İngiltere ile Fransa, mülkiye ve maliyede yeniden yapılanma çalışmalarına başlanmasını; alınan borçlardan yapılan harcamaların aylık ve yıllık bazda dökülerek resmi kanallardan Londra ve Paris’e gönderilmesini talep etmiştir.

Osmanlı’da borç yönetimi ve denetimi konusundaki ilk adım 1881 yılında Düyûn-ı Umûmiye İdaresi’nin kuruluşu olarak düşünülse de onun ilk nüvesi esasen yirmi iki sene önce oluşturulmuştur. Zira, Maliye Bakanlığı bünyesinde dördü Türk, üçü yabancı olmak üzere yedi üyeli “Islahat-ı Maliye Komisyonu” 1859 yılında, yani ilk borçların alındığı dönemde kurulmuştur. Komisyonun görevi; memleket maliyesini tetkik, vergilerin miktarını tespit ile kamu masraflarını sınırlamaktı. Komisyon teşkilini takip eden yıllarda ise ilk defa Osmanlı hazinesine el konulduğu görülür. Sistemin tamamlayıcı unsuru olan Osmanlı Bankası’nın İngiliz ve Fransız sermayesi ile 1863 yılında kurulmasıyla, verilen borçlar ile her türlü ödemenin kayıtları burada tutulmaya başlanmış, komisyonun denetim olanağı Banka sayesinde sağlama alınmıştır.[8]

Galata Bankerlerine olan borçların yönetiminden sorumlu olarak 1879 yılında kurulan Rüsum-u Sitte İdaresi’nin yerine, İngiliz, Hollandalı, Fransız, Alman, İtalyan, Osmanlı ve öncelikli alacaklı temsilcisinden oluşan yedi kişilik bir komisyonun idaresinde Muharrem Kararnamesi ile kurulan Düyûn-ı Umûmiye yönetimindeki süreç ise, mali özerklik ve devamındaki denetim kavramının önemini Osmanlı’ya yıpratıcı bir biçimde ziyadesiyle hissettirmiştir. Hatta Düyûn-ı Umûmiyenin kurulduğu 1881’i Osmanlı İmparatorluğu’nun fiilen yıkıldığı yıl olarak niteleyenler de mevcuttur.[9]

Adalet Fermanı, Birinci Meşrutiyet ve Bir Teftiş Heyeti Teşkili

Meşrutiyetin arifesinde ilan olunan 1875-Adalet Fermanı’nın esaslı konusunu mali mevzular oluşturur. Verginin adaletli bir biçimde ve mükellefi rahatsız etmeden, namuslu memurlar eliyle toplanması, bu Fermanda bir ilke olarak belirtilmektedir.[10]Bu tespitler aslında ilk değildir. İltizam usulünde yaşanan ahlaki eksiklik hakkında eski dönemlerde de hem mükellefler ve hem de devlet katındaki bazıları tarafından yapılan yakınmalar mevcuttur. Ancak, sorunun bir fermana kayıtlanması uzun yıllar sonra mümkün olabilmiştir.

Adalet Fermanı’nın hemen akabinde, 1876 yılında, Birinci Meşrutiyet’in ilan edilmesi ve Türkiye’nin ilk anayasası olarak kabul edilen Kanun-u Esasi’nin kabulü üzerine ise Osmanlı Devleti, önceki dönemlere nazaran, bir hukuk devletini andırır görünüm kazanmıştır. Zira, saltanatın yanına bir de Parlamento eklenmiştir. Maliye Nezareti (Maliye Bakanlığı) bünyesinde 1879 yılında Maliye Teftiş Heyeti’nin kurulması işte bu yeni yapı dahilinde gerçekleştirilmiştir. Gelişmeler, tüm mali işlerin merkezi yönetim anlayışıyla Maliye Nezareti bünyesinde toplanıp, nazıra bağlı yetkili bir kurul marifetiyle kontrol altına alınması ihtiyacını gündeme getirmiştir. “Umuru Maliye’nin Tanzim ve Islahı” çalışmaları adı ile başlatılan yeniden yapılandırma çalışmaları çerçevesinde, devrin Maliye Nazırı Esseyid Ahmet Zühtü Paşa’nın 2 Haziran 1879 tarihli tezkeresi ile Maliye Teftiş Kurulu’nun kurulması hususu önce sadrazama iletilmiş; olumlu görüş üzerine Bakanlar Kurulu tarafından kaleme alınan tezkere bir Nizamname Layihası (Bakanlar Kurulu Kararı) şeklinde Padişah’a sunulmuştur. Abdülhamit’in 26 Ağustos 1879 tarihli onayı ile de Maliye Teftiş Kurulu oluşturulmuştur. Başta geniş bir kadro yapısı ile kurulan Kurul daha ilk yılını tamamlar tamamlamaz, 1880 yılında, kadro tenkisatı ile yüzleşmiştir. 1884 yılına gelindiğinde sayı daha da azaltılmış; Maliye Müfettişlerince yapılması gereken teftişlerin bunlar yerine özel encümenler marifetiyle ifasına karar verilmiştir. Devamında, Teftiş Kurulu’nu yönetim işi 1885-1887 yılları arasında Divanı Muhasebat’a (Sayıştay’a) bırakılmış; 1888 yılından itibaren II. Meşrutiyet’in ilanına kadar ise müfettişler işlevsiz bir biçimde kenarda tutulmuştur. Bu gelişmelerdeki asıl nedeninin, bir denetim biriminin varlığından haz edilmemesine bağlanması tabii ki yanlış olmaz. Teftiş Kurulu’nun sönük bırakılmasını I. Meşrutiyet döneminde kurulmuş eski bir örgüt olmasına bağlamak da mümkündür. Ancak, Kurulun gerçek hüviyetine II. Meşrutiyet devrinde kavuştuğu da göz ardı edilemez bir gerçektir. [11] II. Meşrutiyet’in 1908 yılındaki ilanından sonra, Lozan Barış Andlaşması uyarınca kapatıldığı 1923 yılına kadar geçen sürede ise Düyûn-ı Umûmiye İdaresi etkinliğini yitirecektir. Bu süreçte, yabancıların idaresinde olmasına rağmen, Teftiş Kurulu pek müdahale görmeyecek, en azından kanaati açıkça belirtme konusunda belli bir serbestiye sahip olacaktır.[12]

Teftiş Kurulu’nun oluşturulması ile ilk yıllarında karşılaştığı muameleye bir başka açıdan bakıldığında ise şu ilavenin yapılması gerekli olur:

Hem Maliye Nazırı Fuat Paşa zamanında yürürlüğe giren “Mali Islahat Programı”nda ve hem de 1879 yılındaki “Umur-u Maliye’nin Tanzim ve Islahı” çalışmalarında milli bir denetim biriminin gerekliliğine yapılan vurgular, kanaatimizce, batılıların ele geçirdiği, Osmanlı’nın ise yabancısı olduğu “mali denetim” ve “teftiş” alanlarının boş olmadığını yabancı muhataplara gösterme ihtiyacından kaynaklanmıştır. Refleksif de olsa bu, aslında bir “devlet duruşu”nu ifade etmektedir. Ancak, uygulamada batılı devletlerin himayesindeki Düyûn-ı Umûmiye ön planda tutulacak, Maliye Teftiş Heyeti’nin gelişmesine müsaade edilmeyecektir. Düyûn-ı Umûmiye sistemini destekleyen içerideki Avrupa hayranı bürokratik yapı, her fırsatta Heyetin kadrosunu daraltıp yetkilerini budayacaktır. Bu arada teftişlerin bir kısmının merkezde kurulan Şura-i Maliye ve Muhasebe-i Merkeziye gibi keyfiyete göre çalışan bir sisteme kaydırıldığı da gözden kaçırılmamalıdır.[13]

Bağımsız Cumhuriyetten Sonra

Atatürk’ün 17 Şubat–4 Mart 1923 tarihleri arasında gerçekleşen İzmir İktisat Kongresi’ni açış konuşmasındaki şu tespiti, Osmanlı Devleti’nin takip ettiği siyasetin eleştirel bir özeti olduğu kadar, verginin siyasi boyutunu da ortaya koyar:

“Bir devlet ki tebaasına koyduğu vergileri ecnebilere koyamaz; bir devlet ki gümrükleri için rüsum muamelesi ve saire tanzimi hakkında men edilir, bir devlet ki ecnebiler üzerinde yargı hakkını tatbikten mahrumdur. O devlete bağımsız denilemez.”[14]

Bu sözler, Cumhuriyetin ilanıyla başlayan yeni dönemde izlenecek “antiemperyalist bağımsızlık politikası”nın işaret fişeği gibidir. Yeni rejim, beraberinde yeni bir idari düzeni de getirmiştir. Ankara’nın başkent olarak belirlenmesi ve akabinde genel idarenin “merkez-taşra” düzeni içinde yeniden yapılandırılması söz konusu olmuştur. Bu dönemde devlet düzeninin dış etkilere kapalı ve bağımsız bir anlayışla oluşturulduğu gözlenmektedir. Türkiye, kendi kaynaklarını geliştirip çeşitlendirmek suretiyle ilerleme konusunda ciddi kararlılık göstermektedir.

1923-1930 yılları arasında ekonomide, tıpkı İzmir İktisat Kongresi’nde belirlendiği gibi, “liberal kapitalist” politika  kabul görmüş olmasına rağmen, yabancı sermayeye karşı genel yaklaşımın hayli “çekingen” ve “kuşkucu” olduğu görülür.[15] Bunun sebebini, genç Cumhuriyetin yönetim kadrosunun hafızasındaki “geri kalmışlık-savaş-dış borç” üçgeninde Osmanlı’nın nasıl yok edildiğine ilişkin anıların tazeliğine bağlamak mümkündür. Bu nedenledir ki Cumhuriyet yönetimi o güne kadar yabancılar tarafından işletilmiş liman ve demiryollarının devletleştirilmesine girişmiş; sömürgecilerin ülkeye taktığı prangalardan bir an evvel kurtulmaya çalışmıştır. Bu durum, aynı zamanda dönemde içe dönük bir politikanın öncelik kazandığına da gösterge teşkil etmektedir. Bu yönüyle bakıldığında Atatürk’ün şu sözleri dikkate değerdir:

“Mali yönetimimiz, halka baskı yapmaktan ve zarar vermekten kaçınmakla beraber mümkün olduğu kadar dışarıya ihtiyacımızı ve yoksulluğumuzu göstermeden yeterli geliri temin etmek esasına dayanmaktadır.”[16]

Temel prensip “dış güçlere karşı temkinli bir mesafelilik” şeklinde konulmakla birlikte, dönemde uygulama boyutundaki gelişmeler şu şekilde olmuştur:

İzmir İktisat Kongresi’nden, devletçiliğin egemen olduğu 1930’a kadar geçen yedi yıllık sürede milli bir müteşebbis sınıfı yaratılmak istenmiştir. Fakat, sonuçta yabancı şirketlerle uzlaşma ve ortaklığı tercih eden bir iş alemi yaratılmıştır. Bir başka deyişle, İstanbul ve İzmir kompradorlarından danışmanlık alan yabancı şirketler milliyetçi akıma sızmayı başarmıştır. Vitrine Türk iş insanları yerleştirilmiştir. Asıl sermaye ise perde arkasında durmuştur. Yabancı şirket mümessillikleri büyük illerde ve özellikle Ankara’daki nüfuzlu Türklere dağıtılmıştır. Anadolu eşrafı ve Kurtuluş Savaşı kadrosuna dahil saygın kişilerin de vitrindekilerin arasında yer almalarına özen gösterilmiştir. Türk zaferinden sonra lövantenler ile azınlıkların ekseriyetle ülkeden ayrılmasıyla oluşan boşluk bu şekilde telafi edilmiştir. Dolayısıyla Türk tüccarın ön plana çıkmasıyla, eski dönemdeki ticaret yapısı esasen değişmiş değildir. Yabancılar, Türk tüccar ile çıkar ilişkisi kurup eski düzeni yeni şartlarda sürdürmeyi bilmişlerdir.[17]

1929 yılından itibaren ise genel iktisat politikasında belirgin bir değişiklik göze çarpmaktadır. Bu duruma neden olan etmenlerin başında, aynı yıl yaşanan “Dünya Buhranı”nın Türkiye için yarattığı sıkıntılar ile geçen 6 yıllık süreçte özel teşebbüsü teşvik politikasındaki güdüklük; devamında da Batıya nazaran iyi giden Sovyetler Birliği’ndeki başarılı “planlama” pratiği gelir. 1932 yılında somutlaştırılan “devletçi” dönemde, üretimi öncelikle kamu kurumları aracılığıyla yapma anlayışı benimsenmiştir. Diğer taraftan, özel kesim faaliyetlerinin yakından denetlenip yönlendirilmesi maksadıyla da çeşitli adımlar atılmıştır.[18] Bu dönemde Türkiye sanayileşme ve kalkınmada rekorlar kırmıştır. 1933-1938 yılları arasında uygulanan “Birinci 5 Yıllık Sanayi Planı” tatmin edici sonuçlar verdiği için ikinci sanayi planı hazırlıklarına başlanılmıştır. Ancak, ikinci plan hazırlanırken gerginleşen dünya konjonktürü ve 1939 yılında başlayan II. Dünya Savaşı, planın uygulanma şansını ortadan kaldırmıştır. Ülkemiz 30’lu yıllarda yaptığı birikimlere ara vermek zorunda kalmış, dünya ekonomisinin yeni koşullarında tekrar içe kapalı bir iktisat politikasına yönlenmek mecburiyeti hasıl olmuştur. Türkiye’nin ihtiyarı dışındaki bu gelişme, belki de iktisadi tarihteki en büyük talihsizliğimizdir.

Atatürk’ün vefatından sonra 1950 yılına kadar geçen 12 yıl, siyasi, ekonomik ve politik planda çalkantılı bir döneme işaret eder. Bu, Cumhuriyeti kuran kadronun ülke yönetiminde zorluklarla karşılaştığı ve kendi içinde de ilkesel kutuplaşmalar yaşadığı bir dönemdir. Osmanlı’nın batışından ders almış ve özgün bir yapı oluşturarak dünya düzeninde yer edinmek isteyen kurucu kadro, asıl söz sahibi olduğunu ihmal ettiği sermayeye direnmenin ne denli güç olduğunun pratiğini bu dönemde ziyadesiyle yapacaktır. Neredeyse 10 yıldır ikinci plana düşmüş olan ticaret erbabı ile toprak zengini Anadolu eşrafı için, o güne kadar bastırılan sorun ve rahatsızlıkları gündeme getirip, Cumhuriyetin milliyetçi kadrosuyla bir hesaplaşma fırsatı işte bu dönemde  doğmuştur. Yönetim de 1940’ların ilk yarısındaki uygulama başarısızlıklarıyla bu çevrelerin işini kolaylaştırmış ve “büyük hesaplaşma”nın psikolojik zeminini hazırlamıştır. Müstakbel mücadele, sadece yerel unsurların kendi aralarında gerçekleştirecekleri bir hesaplaşma olmayacak, yerli işbirlikçilerle birlikte yeni dünya düzeninin yepyeni aktörlerinin de devrede olduğu bir “dış müdahale” devrine, tıpkı Tanzimat Fermanı ile yapıldığı gibi, kapı aralanacaktır. Zira, aşağıda özetleyeceğimiz bazı uygulamalar içeride toprak zengini eşraf ile ağalar için mülkiyet hakkına saldırı yahut bir bekâ sorunu olarak değerlendirilirken; sömürgeci Batı da bu gidişatı Türkiye üzerindeki emelleri için ciddi tehdit olarak algılamıştır. Sermaye gücüne ve sömürülmeye karşı savunma mekanizmalarının zayıf olması sebebiyle, dinci ve romantik milliyetçi bir sosyolojinin bu topraklarda acilen teşkiline işte bu gelişmeler üzerine karar verilmiştir. Emperyalist egemenler ile işbirlikçilerini mücadele için tetikleyen söz konusu uygulamalara göz atıldığında, döneme damga vurmuş şu gelişmelerden bahsedilebilir:

II. Dünya Savaşı koşullarının yarattığı iktisadi durgunluk, küçük bir kesimin savaştan elde ettiği yüksek gelirle birleşince, ekonominin enflasyona bağlı huzursuzluklarla karşılaşması kaçınılmaz olmuştur. Çözüm ise fiyat ve üretim sistemine doğrudan müdahalelerde aranmıştır. Bu konuda en ileri adımı 1940’ların başlarında çıkartılan Milli Korunma Kanunu teşkil eder. Kanun, Bakanlar Kurulu aracılığıyla özel teşebbüsün devletleştirilmesinden, mal piyasalarından doğrudan alımlara, ithalat ile malların azami satış fiyatlarının saptanmasına kadar farklı konularda Devlete geniş yetkiler vermektedir. Ancak, bu kanun ne enflasyonu ve ne de gelir dağılımındaki dengesizliği engelleyebilmiştir. Aksine büyük tepki toplamıştır.  Gelişmeler üzerine 1942 yılında meşhur “Varlık Vergisi Kanunu” ile yeni bir denemeye girişilmiş, fakat bu da keyfi uygulama ve haksızlıklar sebebiyle toplum katmanlarına zarar verdiği için sert tepkilere neden olmuştur. Dönemin olağanüstü koşullarında haklı görülebilecek bir mekanizma, siyasi bakımdan ciddi olumsuz sonuçlar yaratarak yürürlükten kaldırılmıştır.

Tehdit teşkil eden bir diğer uygulama ise 1945 tarihli “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu”na dayanır.[19] Buna “köy enstitüsü” denemesini de eklemek mümkündür. Bugünkü hallerin nedenlerini anlayabilmek adına, bu iki uygulamanın kısa hikayesine de değinmekte fayda bulunmaktadır.

  • 1945 yılında yasalaşan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ile iki temel amaç güdülmektedir. Bunlardan birincisi, büyük toprak sahiplerinin siyasi gücünü kırmak; ikincisi ise topraktaki mülkiyet yapısını üretimi artıracak şekilde yeniden düzenlemektir. Kanun ortakçılara, az topraklı çiftçilere, tarım işçilerine ve bir de evvelce çiftçi olmadığı halde arazi edindiği takdirde çiftçilik yapacaklara toprak verilmesini öngörmektedir.[20] Yasa büyük ses getirir. Mecliste kurulan geçici komisyona Adnan Menderes, Cavit Oral, Emin Sazak, Halil Menteşe gibi büyük toprak sahipleri de girmeyi başardığı için, ilk hedef tasarıyı “oldukça zararsız” bir hale getirmek olmuştur. Bunun üzerine başta Cumhurbaşkanı İsmet İnönü olmak üzere radikal bir yasadan yana olan diğerleri, tasarıya uygulamada işletilmesi pek mümkün olmayan meşhur 17’nci maddeyi ekletmişlerdir. Yasanın TBMM’de bu haliyle kabul edilmesi, büyük toprak sahibi bazı milletvekillerinin Cumhuriyet Halk Partisi’nden ayrılarak Demokrat Parti’yi kurmalarının önemli bir sebebini teşkil eder.

Meclisten geçmesine rağmen yasa yürürlüğe giremez. Zira, iktidar da başlardaki iştiyakini aşırı tepkiler altında yitirmiş veya yitirmek zorunda bırakılmıştır. İlk olarak, yasanın uygulanabilmesi için gerekli olan tüzüğün çıkartılması 1947 yılına kadar geciktirilmiştir. Bu, geri adımın ilkidir. Baş muhaliflerden Kütahya milletvekili Cavit Oral’ın 1948 yılında Tarım Bakanlığı’na getirilmesi ise İsmet İnönü’nün geri adımlarından ikincisidir. Nihayet genel seçim öncesinde, yani Mart 1950’de, tartışmalı 17’nci madde bizzat CHP oylarıyla iptal edilir. 1955 Mayıs ayında, yani Demokrat Parti iktidarında 24 madde daha değiştirilerek yasa tamamen işlemez hale getirilir.  1973 yılındaki “Toprak ve Tarım Reformu Kanunu” ile tamamen yürürlükten kaldırılır.

Benzer bir hikaye köy enstitüleri konusunda  yaşanmıştır.

  • Genç Cumhuriyetin yönetimi, köy kalkınmasıyla alakalı olarak eğitim alanında bir yeniden yapılanma hareketi başlatmıştır. Kuruluş kanununun gerekçesinde de belirtildiği üzere köy enstitüleri, “Köylünün okutulması ve daha iyi bir müstahsil haline getirilmesi” amacıyla kurulmuştur. Enstitüler, köylünün köyün sorunları içinde yetiştirilmesini öngörmektedir. Bu tarz bir eğitim belli seviyedeki genel kültürü garanti ettiği gibi, köy çocuklarında tarımsal ekonominin ve ilkel sanayi biçemlerinin sorunlarına karşı çözüm bulma yeteneğini geliştirecektir. Ancak, eğitim hakkındaki bu anlayış ağalar, ileri gelenler ve tarımdaki tefeci tüccar kesiminin işine hiç gelmeyecektir.[21] Toprak reformuna karşı çıkanlar ile köy enstitülerine karşı çıkanlar esasen aynı grubun üyeleridir.[22] Anadolu eşrafının ileri gelenlerinin temsilcileri konumundaki örgütlü muhalefetin kampanyası sonucunda seçimleri yitirmekten çekinen hükümet, 1946 yılında, kuruluş amaçlarından uzaklaşarak müfredatta değişiklik yapmak zorunda kalmıştır. Yaratıcılığın ön plana çıktığı eğitim anlayışının yerine, milli eğitim sistemimizdeki etkilerini 1950’lerin ikinci yarısından itibaren günümüze dek hissettirecek olan, sömürüye dayanıksız geleneksel değerler ekolünün savunucusu “Öğretmen Okulları” enstitülerin yerini alacaktır. Köy enstitüsü pratiği 1954 yılında böylece tamamen son bulmuştur.

***

Her ne olursa olsun, gerek Çiftçiyi Topraklandırma ve gerekse Köy Enstitüleri Kanunu Türkiye Cumhuriyeti’nin idealist yönetim kadrosunun Kurtuluş Savaşının “bağımsızlık” ruhuna uyumlu uygulamalar olarak değerlendirilmelidir. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki yeni düzende ömürleri uzun olmamasına karşın, bir devlette özgün düzenlemelerin de yapılabileceğini simgelemeleri açısından, tarihimizde önemli yerleri vardır.[23]

Ve Hesap Uzmanları Kurulu

İşte Hesap Uzmanları Kurulu’nun ortaya çıkışı da, siyasi, ekonomik ve politik anlamda 1870’lere benzeyen çalkantılı bu döneme denk gelmiştir. Kuruluşun bir tesadüf olmadığını düşünüyoruz. Zira, tarihinden ders alan Türkiye, ön alarak, vergi alanında kendi milli denetim birimini oluşturmak istemiştir. 1950’lerden sonra girilecek yeni dünya düzeninde mali denetim hakkını kendisinde tutma; bunu ise konunun uzmanı olan bir heyet vasıtasıyla ve milli çıkarlar doğrultusunda gerçekleştirme iradesi politik planda gösterilmiştir. Teknik planda ise, yeni bir vergi düzeninin kurulup işler hale getirilmesi; halka tanıtılması ve denetlenmesi maksadıyla güçlü bir kadroya duyulan ihtiyaçtan bahsedilebilir. Bu yaklaşımlar Hesap Uzmanları Kurulu’nun mayası olmuştur.

Maliye Bakanlığı içinde Hesap Uzmanları Kurulu adıyla bir örgüt kurulmasını düşünen kadro, Maliye Bakanı Nurullah Esat Sümer’in döneminde Şevket Adalan, Ferit Melen, Mehmet İzmen ve Ali Alaybek’den oluşturulmuştur.[24] Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Başbakan ise Recep Peker’dir.[25]

Hesap Uzmanları Kurulu’nun oluşturulması hiç kuşkusuz böyle bir yapıya duyulan somut bir ihtiyacın sonucu olmuştur. Kurul öncelikle milli bir yapılanmayı ifade eder. Nitekim kamu yönetiminde uzman kadrolara duyulan ihtiyaç, yıllar önce Atatürk tarafından da şu cümlelerle ifade edilmiştir:

“Vekiller ki mebuslardan oluyor ve olması lazımdır; bunların behemahal mütehassıs olması kaabil-i te’min değildir. Halbuki her şube-i idariyede esaslı ve çok vakıfhane tarz-ı hareket lazımdır… Her vekaletin refakatinde bir hey’et-i mütehassısa bulundurmak lazımdır. Bu hey’et-i mütehassısanın vaz’iyyeti vekil kadar ve belki vekilden daha sağlam olmak lazım gelir.” [26]

Kurulun teşkilinin teknik plandaki kökleri ise esasen 1926 yılında 755 sayılı Kanunla yürürlüğe konulan “kazanç vergisi” uygulamasına kadar uzanır. Bu uygulama sırasında kazanç vergisi beyannamelerinin tetkik işleri için “tahakkuk memurları” görevlendirilmiştir. Ancak, tahakkuk memurlarının işin ifasında bilgi ve birikim açısından yetersiz kaldıkları gözlenmiştir. 1934 yılındaki 2395 sayılı Kazanç Vergisi Kanunu ve beraberindeki 2430 sayılı Muamele Vergisi Kanununun kabul edilmesinin akabinde, beyanname kontrol işlerinin tahakkuk memurları tarafından yapılmasına son verilerek “Kazanç Vergisi Hesap Mütehassıslığı” ile “Muamele Vergisi Hesap Mütehassıslığı” adı altında ikili bir örgütlenmeye gidilmiştir. Hesap Mütehassısları ilkin İstanbul’daki, sonraları da Ankara, İzmir ve Bursa’daki Defterdarlıklar bünyesinde çalıştırılmıştır. Ancak, bunlar da işi çağdaş vergi inceleme yöntemlerinden uzak ve daha ziyade şahsi bilgi ve tecrübe ekseninde yürütmüştür. Bu dönemde, vergi denetiminin mutlak surette değişik bir açıdan ele alınması; işin inceleme tekniğini iyi bilen, dürüst, yüksek bilgi ve ihtisasa sahip, tarafsız elemanlardan kurulu bir örgüt tarafından yapılması gereği anlaşılmıştır. Beyana bağlı vergi sistemine geçiş sürecinde, reformun başarılı bir şekilde gerçekleştirilmesini ve vergi denetiminin yurt çapında yeniden ele alınıp organize edilmesini sağlamak üzere 28 Mart 1945 tarih ve 4709 sayılı Kanunla Maliye Bakanına bağlı “Hesap Uzmanları Kurulu” teşkil edilmiştir.

Kuruluş kanununun gerekçesi, aşağıdaki cümlelerle başlamaktadır:

 
“Maliye Vekaleti’ne bağlı olarak merkezde bir Hesap Mütehassısları Heyeti teşkiline dair olan merbut kanun projesi, bazı varidat kanunlarının bahşettiği selahiyete müsteniden takriben on seneden beri istihdam edilen hesap mütehassısı ve muavinlerinin esaslı bir teşkilata raptedilerek her bakımdan daha mazbut ve mümtaz bir hale getirilmelerindeki aşikar fayda ve zaruretten ve bu mevzuda Büyük Millet Meclisi ve encümenlerin de izhar edilen temennilerden ilham alınarak hazırlanılmıştır.”[27]

Gerekçenin devamında ise, 

“Halen kazanç ve muamele vergileri beyanname usulü ile tarh edilen mükellef sayısının 15 bin olduğu, hazırlanmakta olan yeni kazanç (gelir) vergisi kanunun projesi[28] ile bu ra­kamın 30 bini bulacağı, bir mütehassısın yılda ancak 100 beyanname tetkik edebileceği dikkate alınırsa yalnız beyanname tetkikatının 300 mütehassısla ifa edilebileceği, mükellefler nezdinde tetkikat yapma yetkisinin gelir kanunlarıyla aynı zamanda mahalli mal memurlarına da verilmiş bulunduğu için 230 mü­tehassıs ve muavinin o günkü ihtiyacı karşılayacağı ve yılda en az bir kere olsun önemli mükellefler nezdinde tetkikat yapılmasına imkan hasıl olabileceği hesap edilmiş ve düşünülmüştür”

denilmektedir.[29]

Somut bir memleket ihtiyacının karşılanması için bürokrasi ve siyasetin asgari müştereğindeki bilinçli bir çalışmanın sonucunda kurulduğundan olsa gerek, Hesap Uzmanları Kurulu, ilk gününden itibaren başarılı işlere imza atmıştır. Üstlendiği görevi her türlü politik baskının dışında, bilgi ve görgü temelinde yerine getirmiştir. Devamı süresince kamu kurumları arasında hep örnek teşkil etmiş olan Kurul, bu başarısını esasen 1945 yılında verilen özel statüye borçludur. Hesap Uzmanları Kurulu, hususi bir kanunla kurulmuş olmanın verdiği özgüvenin etkisini hep hissetmiş ve bu hissi muhataplarına her fırsatta aktarmayı başarmıştır. Kurulun kuruluş hikayesi, Türk bürokrasi tarihinde ilk ve belki de tek olması açısından detaylı bir biçimde incelenmeye değerdir. Halk iradesinin tecelli merkezi olan TBMM tarafından bir kamu görevine atfedilen önemin, uzun yıllar boyunca tesirini kaybetmeksizin o görevi ifa edenler üzerindeki müspet etkisindeki sırrın, Hesap Uzmanları Kurulu oluşturulurken Türk siyaseti ve bürokrasisi tarafından sergilenen özgür bilinçte gizli olduğunu düşünüyoruz.

Patinaj mı Yoksa “U” Dönüşü mü

Üstteki ara başlıkta yer verilen tanımlamaların hangisini tercih ederseniz edin, Türkiye Cumhuriyeti 1950’li yılların başından itibaren farklı, ancak hiç de yabancısı olmadığı bir sürece yelken açmıştır. Bu yeni dönemin sosyolojik alt yapısı da Demokrat Parti’nin kurulduğu Ocak 1946’dan 1950’ye kadar geçen sürede oluşturulmuştur. Atatürk’ün vefat edişinin hemen akabinde, önce CHP içinde başlayıp daha sonra da DP’nin kuruluşuyla keskinleşen ayrışma ve karşı duruşlar, Ülke’nin geleceğine bir rota çizmiştir.

II. Dünya Savaşı’nın son yıllarında tüm dünyadaki yöneticilerin başlıca sorunu, barış dönemi için ekonomik reformların gerçekleştirilmesi ile yeni kamu finansman yöntemlerinin bulunması üzerine olmuştur. Bu amaçla İngiltere’de Beveridge Planı (1942), Fransa’da Monnet Planı (1948) hazırlanmış; 1944 yılında ise ABD’nin çağrısı üzerine 44 ülke, savaş sonrasında uluslararası ödemeler mekanizmasını ve sermaye transferlerini düzenlemek üzere, Bretton Woods anlaşmalarını imzalamışlardır. Savaş ertesinde yeni bir düzen, sosyal ve ekonomik yönleriyle farklı bir Batı, daha geniş bir görüşle ise “yeni bir dünya”nın kurulması çabalarına girişilmiştir.[30]

1947, “Bretton Woods İkizleri” diye adlandırılan Uluslararası Para Fonu (IMF) ile Dünya Bankası’na katıldığımız yıldır. Bu iki kuruma üyeliğimiz ile temeli atılan ve GATT (1953), OECD (1961), AB ile Ankara Anlaşması (1963) ve bu anlaşmanın uzantısında, Türkiye-AB Ortaklık Komisyonunun 1/95 sayılı kararı uyarınca 1996’dan itibaren yürürlüğe giren Gümrük Birliği gibi bağıtlarla günümüze kadar devam eden süreç ve ilişkiler, Türkiye’nin ekonomik belki de sosyal-kültürel hayatına önemli etkilerde bulunmuştur. Her biri aslında Demokrat Parti’nin kuruluşuyla netleşen  “U” dönüşünü pekiştirici özelliğe sahiptir.

Yeni dünya düzeni[31], İngiltere’nin yerini devralmış görünen ABD ile karşı tarafındaki SSCB’nin (günümüzde daha ziyade Çin’in) liderlik yaptığı iki kutuplu bir sistemde; başta Birleşmiş Milletler ortak paydası olmak üzere, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, Uluslararası Para Fonu, Avrupa Birliği gibi burada adını tek tek saymaya gerek duymadığımız çok sayıdaki örgüt ve birlikler ağında şekillenmiştir. İleride de değineceğimiz üzere, II. Dünya Savaşı sonrasındaki Türkiye, bu düzenin kurumsal yapılarıyla giriştiği ilişkiler sebebiyle çok sayıda yabancı uzman ve müşavire ev sahipliği yapacak; hatta bazı yapısal reformları, parasal kaynak da sağlayan bu örgütlerin görüş ve onayını almadan yapamaz hale gelecektir.

III. Selim zamanında zuhur eden “kopyacı gelişme ekolü”nün uzantısı mıdır bilinmez ama Cumhuriyetin ilk yıllarında dahi bu ekolü çağrıştıran yaklaşımlar mevcut olmuştur. Temmuz-Eylül 1923 döneminde görev yapan Beşinci Bakanlar Kurulunun Programındaki şu sözler bu bakımdan oldukça ilgi çekicidir:

“Bilimum vekaletlerde ihtisasa ihtiyaç gösteren işler için ecnebi mütehassısların celbini ve onların vukfundan istifadeyi düşünmekteyiz.”[32]

Ancak, bu düşünce o yıllarda yönetimin ekseriyetince pek rağbet görmemiş olacak ki 1940’lara kadar yabancı uzmanların ziyaretleri nadir olmuştur. Gelenler de somut sanayi yatırımları çerçevesinde veya dayatma içermeyen öneriler sunmak maksadıyla kabul edilmişlerdir.

1947 yılının sonlarından itibaren ise hem Cumhuriyet Halk Partisi, hem de bu partiden ayrılıp ayrı bir parti kuran Adnan Menderes’in başında bulunduğu Demokrat Parti kurultaylarında, 1930’ların o parlak kalkınmasını sağlayan devlet teşebbüslerinin ortadan kaldırılmalarına dair sözler açıkça dillendirilmeye başlanmıştır.[33] Hesap Uzmanları Kurulu’nun kuruluşu esnasında görevde olan Başbakan Recep Peker’in, zamanın siyasi ikliminde katı bulunup kabul görmeyen siyasi yaklaşımları nedeniyle Başbakanlığı bırakma mecburiyetinde kalmasının ardından radikal politika değişiklikleri için hemen düğmeye basılmıştır. Halef Başbakan Hasan Saka Amerikan Hükümeti ile bir yardım anlaşması imzalamış, daha sonra gelen Şemsettin Günaltay ise radyoda okuduğu 1950 seçim beyannamesinde aynen şu ifadelere yer vermiştir:

“(…) Muhtelif yollardan yaptığımız devamlı teşebbüsler neticesinde, Türkiye’nin de Amerikan Yardım Planı’na alınması sayesinde[34] memleketimiz için dış kredi bakımından geniş ve çok faydalı bir kalkınma yolu açılmış bulunmaktadır.(…) Devlet planını hazırlamak üzere de Amerika’dan iki mütehassıs yakında memleketimize gelecektir.(…)”[35]

Cumhuriyetin ilk yıllarında sabit yatırımlar için mecbur kalındıkça titizlikle başvurulan yabancı yardım konusu 1940’ların sonlarına gelindiğinde farklı bir mahiyete bürünmüş, Ülke belli plan ve angajmanların yükümlülüğü altına sokulmaya başlanmıştır.

Dış borç ve yardımlar, borç verenlerin Ülke hakkındaki esaslı konularda ve her fırsatta öneri ve telkinde bulunmalarının önünü açmıştır. O sıralarda ABD, savaştan bitap çıkan Avrupa’nın gıda ihtiyacını ön planda tutmaktaydı. Türkiye Marshall Planı’na işte bu ihtiyacın karşılanmasını teminen dahil edilmiştir. Ülkemize biçilen rol, tarım ürünlerini Avrupa için belli bir plan dahilinde ucuza üretip sağlamak olmuştur. Bunun haricindeki alanların terk etmesi için Türkiye’ye her kanaldan telkinlerde bulunulmuştur. Plan çerçevesinde, 1946 yılında, “Türkiye’nin Bugünkü Ekonomik Durumunun Tenkidi” adıyla Amerikan hükümetine muhatap düzenlediği raporda Amerikalı iktisatçı Thornburg, Karabük Demir-Çelik Fabrikalarının acilen tasfiye edilmesini, lokomotif imalatı ve gübre fabrikası kurulması gibi fikirlerden vazgeçilmesini salık verdikten sonra, Türkiye’nin Ankara yakınlarında bir uçak fabrikası kurma projesi hakkında ise raporunda şu belirlemelere yer vermiştir:

“Uçak ve dizel motorlarıyla sair girift makineler imali için Ankara’da bir fabrika tesis etmek tasavvuru da aynı sınıfa dahil edilebilir. Lokomotif imaline ve bu sayfalarda zikrettiğimiz sair imalata ait tasavvurları da aynı şekilde telakki etmemiz lazımdır. Bu gibi tasavvurları hazırlayan veya mütalaa eden kimselere Amerikalılar iyi mesai arkadaşı nazarıyla bakamayacakları gibi, memleketin mali kaynaklarını böyle projelere tahsis eden bir hükümetin de yabancı sermayedarlara itimat telkin ettiği iddia olunamaz(…). Mahsulün istihsaline, çoğu sapan, el aletleri ve araba gibi basit alât ve edevâta lüzum vardır. Bunların bir kısmı Türkiye’de imal olunabileceği gibi, diğerlerinin montajı da Türkiye’de yapılabilir. Amerika’da zirai alet imali ile iştigal eden kimseler, hangi ziraat aletlerinin mahallen imal olunması, hangilerinin de mamul olarak ithal olunması lazım geleceğini pek de iyi tayin edebilirler. ”

Thornburg’a göre Türk hükümetinin yapacağı en iyi iş, yabancı sermayeye yerli sermaye ile aynı hakları tanıyan bir Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanununu acilen çıkartmasıdır.

Asıl konusu ekonomi olan raporunda Thornburg, Amerikan yayınlarının Türkiye’ye girmesi gibi farklı bir konuda da tespitlere yer vermiştir.

“İyi seçilmiş Amerikan kitap ve mecmualarının daha büyük sayılarda bulundurulması esaslı bir ihtiyacı karşılayacaktır. Amerikan romanları, milli bir vasıf olan yeni bilgi ve fikirleri aksettirmek veya bazı hallerde yaratmak bakımından faydalıdır.”

Türk Hükümetinin çağırdığı Dünya Bankası heyetinin hazırladığı rapor da, Thornburg Raporu gibi itibar görmüştür. “Barker Raporu” diye bilinen, heyet başkanı James M. Barker’den adını alan söz konusu bu raporda ise;

“Türkiye’nin sanayileşme hedefini terk etmesini önerecek değiliz. Fakat biz, bu hedefe varmanın en kestirme yolunun, tarımsal gelişmeye önem vermek olduğunu düşünüyoruz.”

denilmektedir.

Barker, muhataplarına devletçi sanayileşmeden acilen vazgeçilmesi gereğini vazetmektedir.

Marshall Planı çerçevesinde düzenlenen bu raporları takip eden süreçte, yardımların mekanizması da kurulmuştur. Bu mekanizma, Türkiye’nin Osmanlı’nın son dönemlerinden aşina olduğu dış bağlantılı bir denetim mekanizmasıdır. Bu kapsamda Türkiye önce “Amerikan Yardım Heyeti”ne başvuracak; istek, Washington’daki Ekonomik İşbirliği İdaresi’nce onaylanırsa, Amerikan piyasasından temin edilen mallar Türkiye’ye gönderilecektir. Malların bedelleri Merkez Bankası’nda özel bir hesaba yatırılacak, biriken paralar Amerika’nın müsaadesi ile çözülüp kullanılabilecektir.[36]

Marshall Planı’yla ilgili olarak, özellikle Maliye Bakanlığını yakından ilgilendiren bir raporu, en azından ismen, zikretmeden geçmenin uygun olmayacağını düşünüyoruz. Bu rapor, düzenleyicileri James W. Martin ve Frank C.E. Cush’un adıyla da anılan “Maliye Bakanlığı Kuruluş ve Çalışmaları Hakkında Rapor (Martin-Cush Raporu)”dur.[37]

Buraya kadar verilen bilgilerden de anlaşılacağı üzere II. Dünya Savaşı’nın ertesinde Türkiye, “borç” veya “yardım” diye adlandırılan dış destekler karşılığında yed altına sokulmuştur. Süreçte devleti ilgilendiren konularda düzenlenen çok sayıdaki yabancı rapor kabul görecektir. Bunların tamamının hayat bulduğu tabii ki söylenemez, ancak yönetim tarz ve anlayışımız üzerinde her birinin derin etkiler yarattığının da göz ardı edilmemesi gerekir. Başını IMF ve Dünya Bankası’nın çektiği bu klasik müdahale döneminin içinde ikincil ama nispeten güçlü kurumsal özellikleri haiz yeni bir sürece daha adım atılmıştır. O da, 1987 yılındaki tam üyelik başvurusu ve devamındaki 1999 yılı adaylık onayını müteakip Türkiye ile AB arasında 2005 yılında başlayan müzakere sürecidir. Hemen belirtelim ki IMF ve Dünya Bankası’nın projeleri hiçbir zaman AB kapsamında yapılacak çalışmalarla tenakuz içermemiş, bu kuruluşların Ülkemizi ilgilendiren konularda süreç içinde aldıkları tüm kararlar hep birbiriyle uyum içinde olmuştur. Bu durum, görünürdeki kurum ve kuruluş farklılığının içinde, ülkemize muhatap olanın gerçekte tek merkezli bir yapı olma ihtimalini güçlendirmektedir. Bu düzen içinde, IMF’nin “gözden geçirme çalışmaları” adıyla bilinen Ülkemiz laboratuvarındaki deneylere bu defa AB’nin patronajındaki, “twinning-eşleştirme çalışmaları” eklenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin hemen hemen tüm bakanlıklarında ve idari birimlerinde AB bürokratlarının proje liderliklerinde ekipler oluşturulmuş; idari ve hukuki sistemimiz, bunların çalışmalarını rahatça yapılabilmelerini teminen yer, personel ve mesai tahsisatının yanında her türlü veri aktarımını da erişime açmıştır. Aslında her biri konusunda profesyonel olan Türk personelin, projeler kapsamında yurt dışına gönderilip orada “öğrenici” statüsüyle eğitim ve seminer programlarına katılmaları sağlanmıştır. Olup bitenin farkında olmayan Türk personel kendi ülkesinde yabancıların emrine sokulmuş, projelere alet edilmiştir. Bu dönemde sadece Devletin idari yapısıyla ilgili batı kaynaklı reorganizasyon projeleri değil, sivil toplumla alakalı alanlarda, Türk vatandaşları veya sivil toplum örgütleri tarafından hazırlanıp AB’nin politikalarına uygunluğu onaylanmış sosyal projeler de AB fonlarından finanse edilmiş, içeride AB’ye bağlı bir zümre yaratılmaya çalışılmıştır.

Konuya Maliye Bakanlığı ve özellikle denetimi ilgilendiren boyutuyla bakıldığında; Gelir İdaresi Başkanlığı ve Büyük Mükellefler Vergi Dairesinin oluşturulmasıyla, Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanununun yürürlüğe konulması ile kamuda “iç denetçilik” kadrosunun ihdası gibi gelişmeler işte bu döneme denk gelmiştir. Devam eden süreçte de, 2011 yılında, bu sefer vergi denetimi bir reorganizasyona tabi tutularak Vergi Denetim Kurulu oluşturulacak; AB bürokratlarının raporlarında Türkiye için lüks olarak nitelediği ama aslında gelecek dönemde ülke kaynakları için öngörülen çok sayıdaki sömürü projesinin önünde ciddi bir engel ve tehdit olarak görülen güçlü denetim birimleri, “tek çatı” alalamasıyla, tıpkı köy enstitüleri gibi, yine işbirlikçilerin desteğinde yok edilecektir.

Son Sözler…

Gerek Teftiş Kurulu ve gerekse Hesap Uzmanları Kurulu, Türkiye’nin sıkıntılı dönemlerinde ihdas olunmuş, Devletin “emniyet supabı” kurumlardı. Yani kurulmalarında hikmet vardı. İlkinde Osmanlı’nın, ikincisinde ise genç Türkiye Cumhuriyeti’nin milli çıkarlarını ön planda tutan iradeler mündemiçti. Öz birikimlere şans tanınarak rehabilite edilmeleri isabetli iken, kapatılmaları Devletin bağışıklık sisteminin çökertilmesi manasını da taşımıştır. Bu bakımdan kapatılma sürecinin tüm taraf ve yönleri ile detaylı incelenmesi gerekir.

Bu güzide yapılar, kuruluşlarındaki temel felsefeden olsa gerek, iç-dış dayatmalara karşı hep mesafeli durmuş, önlerine gelen meseleleri bilgi ve hukuk çerçevesinde, Ülke çıkarları bütününde ele almışlardır. Doğrudur; görüntüleri, dışarıdan bakanlarda çoğu zaman, “oligark yapılar” intibaını yaratmıştır. Ancak, gerçekte böyle olmadıklarını onları tanıma fırsatı bulan, anlayabilen herkes görmüş ve idrak etmiştir. Kurullar hiçbir dönemde “onun veya bunun adamı” olmakla itham edilememiştir.

Hesap Uzmanları Kurulu özelinde konuşulacak olursa; öncelikle Kurulun gerçek bir “muhafazakar” olduğundan bahsetmek gerekir. Zira, bize göre gerçek muhafazakarlık,  bugün çoğunun sıkça dillendirdiği ya da bildiği manada, pozitif bilgiden uzak, ama kanaat ve sanılarını değişmez doğrular olarak addeden iddiasız-aciz bir yaşam felsefesini (Bunun doğru adı “muhafazakarlık” değil, “geleneksel tutuculuk” olsa gerek.) değil; gelişmelere açık, iyi uygulamaları koruyup ispatlanamayanları derhal elimine eden ve korunanların üzerine de devamlı surette yeni değerler katarak yapısını güçlendiren bir “dinamizm”i anlatır. Dolayısıyla muhafazakarlık ortalarda dolaşan herkesin harcı değildir; zor zanaât olup öncelikle pozitivist yaklaşımla temellendirilmiş bilgi, görgü ve dikkatli üsluplar gerektirir. Kurulda bu hasletlerin çoğu mevcuttu. Kapatılmanın dillendirilmeye başlandığı son zamanları dışında, gelişmeleri devamlı surette takip edip kendini yenileyen dinamik bir yapıya sahipti. Bu meziyetleri, Türk bürokrasisi içinde her dönemde O’na gıptayla bakılmasına neden olmuştur. Devletin idari kademelerinde yapılacak bir reorganizasyonda normalde son sıralarda yer alması gereken bu örgütün nasıl olup da ilk sıralara konularak kapatılıverdiğinin, her şey bir kenara, evvela akl-ı selîm çerçevesinde izahı gerekir.

Denetimde reorganizasyon konusunun esasen doğrudan tarafı olan bu kurullar, görev verilmemiş olmasına rağmen, kapatılma sürecinde onlarca çalışma yapmış, alternatif sistem önerileri üretmiş, bunları dönemde yetkiyi elinde bulunduranlarla paylaşmanın yollarını aramışlardır. Ancak, tüm bu çabaların dikkate alınmadığını görmek üzücü olmuştur.[38] Ülkenin büyük miktarda kaynak ayırarak eğittiği, çoğu yüksek lisans ve doktora seviyesindeki çalışanlar, idari yapılanma konusunda bu şekilde dışlanmaları sebebiyle moral kaybına da uğratılmıştır. Hasılı, kaynak israfı ile moral çöküntüsü bir arada yaşatılmıştır.

İdari reorganizasyon çalışmalarına, ekseriyetle genel hukuk sisteminde köklü reformların yapıldığı dönemlerde ihtiyaç duyulur. Ortada böyle bir reform yokken ve sistem hala 1950’lerde gerçekleştirilen vergi reformu üzerine oturuyorken, denetimde hangi gerekçelerle reorganizasyona gidildiği hala sırrını korumaktadır. Kaldı ki normal koşullarda, yapılan reorganizasyonun o tarihe kadar oluşmuş müktesebatı yok etmesi de düşünülemez; yok ediyorsa orada bir yanlış vardır. 2011 yılında yapılanların kurumsal hafızayı erozyona uğrattığı bugüne kadar yaşanan deneyimde her yönüyle gözlenmiştir.

Vergi incelemesi orduyla değil, kaliteli inceleme elemanıyla yapılır. Bu işte, işin mahiyeti gereği, kalite her hal ve kârda kantitenin önünde olagelmiştir. Geçmiş deneyimler göstermiştir ki bu alanda sergilenen kantitatif kaygılar kalitenin her zaman rakibi olmuştur. Bu bağlamda Üstad Ali Alaybek’in aşağıdaki tespitleri oldukça dikkate değerdir:[39]

“Vergi tetkiki işinin iki cephesi vardır. Birincisi tetkik elemanı yetiştirmek, ikincisi de, tetkik tekniğini tekemmül ettirmektir. Tetkik işinde çalışacak olan devlet memurunun diğer memleketlerdeki gibi mütebariz şahsiyeti olması şarttır. Bu memur bitaraf ve geniş bir mesleki bilgiye sahip bir eksper olarak ve mükelleflerle olan münasebetlerinde ciddiyetle fakat aynı zamanda nezaketle hareket etmesini bilecektir.

Bizde bu tipte tetkik elemanı yetiştirilmesini temin için şu yollardan gidilmiştir:

4709 sayılı kanunla doğrudan doğruya Maliye Bakanlığına merbut “Hesap Uzmanları Kurulu” tesis edilmiştir. 

Hesap Uzmanlarının faaliyetini tanzim ve tetkik usulünü islah bakımından alınan tedbirler içinde en mühimlerinden biri de “istihbarat arşivi” dediğimiz teşkilatın vücuda getirilmesidir.

Menbada malumat toplamak (information at the source) ve bunu vergi tetkikatında kıymetlendirmek (risk analizi), modern vergi tetkikatının kuvvetli mesnedini teşkil etmektedir. Bu malumat olmaksızın, bugün vergi tetkiki yapılamaz.

Yukarıki izahatla göstermek istedik ki, vergi reformunun en çetin davası olan beyanname tetkiki işi, tetkik elemanlarının (formation)u ve tetkik tekniğinin tekemmül ettirilmesi bakımlarından çözülemiyecek bir mesele değildir.

Türkiye’nin 200 ila 300 kadar namuslu ve ehliyetli tetkik elemanı yetiştirememesi ve tetkik işini yoluna koyamaması, açık söyliyelim, çok acı bir şey olur. 

Maliye Bakanlığı vergi reformunun tahakkukunu beklemeden vergi tetkiki işini, yukarıda izah edilen esaslar dairesinde, halletmeğe koyulmuş ve bu vadide epey mesafe katetmiş bulunmaktadır.

Tamamen objektif bir görüşle bu sahada elde edilen neticelerin müsbet ve ümit verici olduğunu da şimdiden söyliyebiliriz.

Vergi mürakabesinden ve bunun organizasyonundan bahsederken, mühim bir noktaya daha temas etmek isteriz. Vergi tetkikatından maksat nedir? İşte yeni vergicilik devresine girerken bunun da iyice anlaşılması iktiza eder.

Vergi mürakabesi diğer bir tabirle vergi revizyonu, sadece vergi kaçakçılığı yapanları bulup meydana çıkarmağa yarayan, yani (detektiv) maksadı olan bir faaliyet değildir.

Hadisenin böyle dar bir zaviyeden mütalaa edilmesi, bugünün telakkilerine ve icaplarına uygun düşmez. Revizyonun asıl gayesi, kaçakçılık arayıcılığından ziyade, kaçakçılığa mani olmaktır. Bu itibarla vergi mürakabesinin daha ziyade (prevantif = önleyici), tenvir, islah ve terbiye edici tesirleri üzerinde durmak ve bu suretle bu işin tatbikattaki manasını ve faydasını, bulunan matrah farklarının fazlalığında değil, bilakis vergi ziyaının sureti umumiyede azalmasında, vergilerin iyi ve doğru olarak tatbik edilmesinde, randımanlarının tedricen artmasında, memlekette vergi ahlakının yükselmesinde aramak lazımdır.

İşte yeni Hesap Uzmanları teşkilatı kurulurken, 25 senelik tecrübeler de göz önünde tutulmuş, vergi revizörleri, sadece bir (matrah farkı arayıcısı) olmaktan çıkarılmış ve vergi tetkik ve mürakabesi işi yeni ve yapıcı bir zihniyetle organize edilmeğe çalışılmıştır.”

Kurulların kapatılışı sonrasında oluşturulan yeni yapı hakkında, bu vukûfiyette olmasa dahi bir kişi veya mercî ufak bir tespit dahi yapma gereği duymamıştır. Kapatılmayı Bakanlık yönetiminin olumladığı açık bir yaklaşımla da karşılaşılmamıştır. Konunun tüm tarafları her ortamda yapılanın sakıncalarından ittifakla bahsetmişlerdir. Kapatma projesinin mimarı/mimarları çıkıp açıklama yapmak bir yana, perde arkasında kalmayı özenle tercih etmişlerdir. Bu yönüyle olay son derece müphemdir. Bugün bile, ciddiye alınacak ağırlıkta olmayan politik duruş ürünü ve ülkeye gerçekte ne yapılmakta olduğundan bîhaber cılız sesler dışında, yapılanın doğru olduğunu açıkça dillendirebilen yoktur. Açıkçası bu suskunluk kurulları 2011 de kapatan yapının, o yıldaki ağırlıkta olmasa bile, etkinliğini sistem içinde hala koruduğunu düşündürmektedir… Derken… Sadrazamlık da yapmış olan tanzimat dönemi ileri gelenlerinden Fuad Paşa’nın şu meşhur sözleri hatırımıza geliyor:

“Bir devlette iki kuvvet olur. Biri yukarıdan, biri aşağıdan gelir. Bizim memlekette yukarıdan gelen kuvvet cümlemizi eziyor. Aşağıdan ise bir kuvvet hasıl etmeye ihtimal yoktur. Bunun için, pabuççu muştası gibi yandan bir kuvvet kullanmaya muhtacız. O kuvvetler de elçiliklerdir.”

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki düzende, yukarıdaki sözde geçen elçiliklere bir de her biri ayrı birer güç odağı niteliğindeki uluslararası kuruluş ve örgütleri ile onların işbirlikçilerini dikkate aldığımızda, buraya kadar özetlemeye çalıştığımız makûs tarihimizin zihnimize dayattığı o iflah olmaz septisizmle soruyoruz:

“Acaba tarih yine…

Öyleyse, daha nereye kadar?!.”


[1] 23 Temmuz 1793’de Kalyonlar Katibi Yusuf Agâh Efendi Londra’ya ikamet elçisi olarak tayin edilmiştir.

[2] http://www.akhepedia.com/forum/tarihi-belge-ve-metinler/tanzimat-fermani-(tam-metin)/

[3] M. Zeki Pakalın, Tanzimatın Maliye Nazırları, Cilt I, s. 19, İstanbul.

[4] Biltekin Özdemir, Osmanlı Devleti Dış Borçları, T.C. Maliye Bakanlığı Strateji Geliştirme Başkanlığı, Yayın No: 2010/403, sf.49, Ankara

[5]Yabancı devlet hükümetlerinin Osmanlı’ya kefil olması durumu o tarihe kadar hayal edilmesi bile güç bir durumdu. Borçlanmayla birlikte tarihimizde bir ilk yaşanmış oluyordu.

[6] Biltekin Özdemir a.g.e., sf.50, 63-67

[7] Her ne kadar Tanzimat Fermanı akabinde ilga olunan iltizam usulünün yerine getirilen “muhassıllık” ve muhassılların idaresi altında vilayet, sancak ve kazada vergilerin tespit edilip dağıtımı ile diğer muamelelerin görüşülüp kararlaştırılmasından sorumlu bir “muhassıllık meclisi” faaliyete başlamışsa da, 1839 yılından sonra oluşturulan bu kurumu bir denetim birimi gibi değil, daha çok merkezin taşradaki gündelik işlerinin yürütülmesinden sorumlu bir yapılanma olarak düşünmek gerekir.

[8] Hüseyin Perviz Pur, Türkiye Yüzelli Senedir Denetleniyor, Dünya Gazetesi, 15.10.2004.

[9]Emre Kongar, Tarihimizle Yüzleşmek, Remzi Kitabevi, 42. Basım, sf.71.

[10]İlham Küsmenoğlu, Cumhuriyet Dönemi Vergi Tarihi, Oluş Yayıncılık A.Ş., 2010, Ankara, sf.45

[11] Tevfik Altınok, Maliye Teftiş Kurulu ve Kamu Mali Denetimi, Maliye Müfettişleri Derneği web sayfası.

[12] Tevfik Altınok, a.g.m.

[13] Hüseyin Perviz Pur, a.g.m.

[14]İlham Küsmenoğlu, a.g.e., sf. 83.

[15] Özhan Uluatam-Turgut Tan, Türk İktisat Politikasının Hukuki Çerçevesi, A.Ü. SBF Yayınları, No: 487, sf. 2.

[16] İlham Küsmenoğlu, a.g.e., sf. 94.

[17] Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, 1. Cilt, Tekin Yayınevi, İstanbul, sf. 443-444.

[18]İleride de değineceğimiz gibi, 1945 yılında kurulacak Hesap Uzmanları Kurulunun nüvesini teşkil edecek olan Kazanç Vergisi ile Muamele Vergisi Hesap Mütehassıslıkları işte bu dönemde, 1934 yılında, ihdas olunan kamu görevleridir.

[19] Özhan Uluatam-Turgut Tan, a.g.e., sf. 3-7.

[20] Taner Timur, Türk Devrimi ve Sonrası, İmge Kitabevi, 6. Baskı, Ankara, sf. 214 ve 218.

[21] Taner Timur, a.g.e., sf. 211.

[22] Doğan Avcıoğlu, a.g.e., sf.499.

[23] Bazı kaynaklarda ise şu bilgi yer almaktadır: “II. Dünya Savaşı‘nın sonlarına doğru 1945 yılında Sovyetler Birliği lideri Stalin‘in Türkiye’den Kars, Artvin ve Ardahan ile Boğazlarda askeri üs istemesi üzerine, İsmet İnönü, ABD‘den askeri destek istemişti. Bu desteği vermeye hazır olduğunu belirten ABD, Truman Doktrini ile yardıma başlamıştı, ama karşılığında Türkiye‘de serbest seçimlere dayanan demokrasi düzeninin yerleştirilmesini “Toprak Reformu”, “5 yıllık sanayi planları” ve “Köy Enstitüleri” gibi Sovyet sistemine benzer uygulamaların kaldırılmasını talep etti.”

[24] Muzaffer Egesoy, Hesap Uzmanları Kurulu’nun Doğuşu ve Gelişmesi, Türk Vergi Sistemi ve 50. Yılında HUK, 50. Yıl Armağan Kitabı.

[25] Recep Peker, muhalefetteki Demokrat Parti’den, bazı konulardaki ödünsüz ve sert tavırları nedeniyle, hakkında yükselen şikayetler üzerine, Cumhurbaşkanı tarafından yayınlanan meşhur 12 Temmuz Beyannamesi sonrasında, Ağustos 1947’de, Başbakanlıktan çekilmiştir.

[26]İnan Arı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları, T.T.K., 1982.

[27]Maliye Hesap Uzmanları Derneği internet sitesi (http://www.hud.org.tr/icerik/tarihce)

[28]Gerekçenin bu kısmında, hazırlanmakta olduğundan bahsedilen kazanç vergisi kanun projesi, 1945 yılında kurulan ilk “Vergi Reform Komisyonu”nun üzerinde çalıştığı, daha sonra 1950 Vergi Reformuyla yürürlüğe girecek olan Gelir, Kurumlar, Esnaf Vergisi ile Vergi Usul alanındaki çalışmalarla ilgilidir. Komisyon, Ali Alaybek ile Komisyondan daha sonra ayrılacak olan Faik Ökte, Mehmet İzmen ve Fritz Neumark’tan oluşuyordu. Dolayısıyla, reformun ilk taslakları tamamen Ali Alaybek tarafından hazırlanacaktı. Neredeyse 5 yıllık çalışmanın ürünü olan taslaklar Haziran 1949’da TBMM’de kabul edilecek ve 1950’nin başından itibaren yürürlüğe girecektir.

[29] Erdoğan Öner, Osmanlı İmparatorluğu ve Cumhuriyet Döneminde Mali İdareler, APK No: 2005/369, sf. 534

[30] Muzaffer Egesoy, a.g.m.

[31] “Dünya düzeni” kavramından ne kastettiğimi, bilimsel olduğu iddiasında olmadan, tamamen bana ait olan şahsi bakışla, “Doğu”nun hakimiyetini kaybetmeye başladığı, coğrafi keşifler ve sanayi devriminden itibaren ele alarak, aşağıdaki gibi üç dönem bağlamında çözümlemek, sanıyorum ki makalenin anlaşılabilirliğine katkı sunacaktır.

Savaşlar Dönemi:

Ateşli silahların icadından sonra, İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar devam eden bu dönemde dünya yönetimini elinde bulundurma iddiasındaki güçler, diğer ülkeler üzerindeki politikalarını ve dünya kaynaklarının yönetimini silah gücüyle ve tabii ki savaşlarla sağlamayı tercih etmişlerdir.

Uluslararası Kuruluşlar-Örgütler ve Paktlar Dönemi:

19. yüzyılda Osmanlı Devletini borçlandırmalar yoluyla zayıflatmayı deneyimleyen güçler, bundan ilham almış olmalı ki silah gücünün yanına bu enstrümanı da katmışlardır. İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan 21. yüzyılın başlarına kadar devam eden bu süreçte hegemonya, bazen silah gücüyle, bazen de çoğunlukla daha yumuşak bir yöntemi içeren, borç ve parasal olanaklar sağlayan uluslararası oluşumlar ve bu oluşumlara yaratılan hukuki bağlanmalar vasıtasıyla oluşturulmuştur. Bu yöntemde hegemonyanın süjesi konumundaki topluluklara bu organizasyonlar içinde “eşit ve onurlu üyeler” oldukları telkin edilmiş, ancak tabiidir ki uygulama bunun tersine gelişmiştir.

Postmodern İdeoloji Dönemi:

Para ile bilginin bir araya gelmesinin kalkınmaya neden olduğunu kendi uygulamalarından; para ile cehaletle karışık tutucu gelenekselciliğin bir araya gelmesinden ise bilinçsiz bir tüketim çılgınlığının ortaya çıktığını, bazı bölgelerde yıllarca güdümü altında bulundurduğu ülkelerdeki denemeleri yoluyla test etmiş olan güçler, yukarıda “savaş” ve “uluslararası örgütler” olarak değinilen enstrümanlara bu defa daha naif bir araç, bir ideoloji olan, “Postmodernizm” in dejenere bir versiyonunu ekleyeceklerdir. Yeni dönemde, artık üç enstrümandan oluşan, daha da zenginleştirilmiş ve karmaşık bir kombinasyon vasıtasıyla düzen sağlanacaktır.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra, Batının entelektüel birikimince, aslında modernizmin bir eleştirisi olarak ortaya atılmış olan postmodernist akımdan ilham alınarak olsa gerek ki, zaten her biri modernizmin eleştirisinin canlı birer örneği konumundaki, modernizmi başaramamış çoğu üçüncü dünya toplumları için, yeni bir “dejenere postmodern yaşam anlayışı”, 21. yüzyılın başından itibaren aktif bir biçimde piyasaya sürülmüştür.

Dünyanın geniş bölgelerini içine alacak şekilde pazarlanan bu yeni düşünce sistemine göre, toplumlar için, aslında geri kalmışlıklarının nedeni olan statik geleneksel değerlerin üstünlük ve özgürlüğünü sağlamak esas olmalıdır. “Demokrasi”nin gereği de zaten budur!!!

Pozitif, bilgiye dayalı eleştirel eğitim sistemleri ise “müşteri” konumundaki bu toplumlar için pek tavsiye edilmez. Esasen ellerinde “değerleri”nden başka hiçbir şeyleri olmayan, kaynaklarını uygun koşullarda kullandırma karşılığında ise rant, kira, ücret gelirleri ile yardım veya borç şeklindeki aktarmalar sayesinde parayla buluşacakları konusunda kendilerine garanti verilen bu toplumlar, modern gelişmeyi başarmış üst toplumların pozitivist bilimsel çalışmalarıyla üretilecek, çoğu ileri teknoloji ürünü olan mal ve hizmetlere, ancak ve ancak, bedelini ödeyerek piyasa koşullarında ulaşabilecektir. “Serbest ticaret”in gereği de zaten budur!!!

Böylece, bir taraftan modern toplumların devamlı surette ihtiyaç duyacağı ve onları ekonomik krizlerden kurtaracak daimi ve inançlı bir müşteri kitlesi garanti edilirken, diğer taraftan da, müşteri konumundaki toplumların rekabet gücü üretme ihtimallerinin sonsuza kadar önüne geçilmiş olacaktır.

[32] Ahmet Erol, Türkiye’de Devletin Ekonomik Birimlerinin Yeniden Yapılandırılması, İstanbul SMMM Odası Yayını, No:78, sf. 84.

[33] Oysa aynı yıllarda Marshall Planı çerçevesinde ABD’den 615 milyon dolar isteyen Türkiye’ye ABD tarafından gönderilen uzmanlar, hazırladıkları raporda; Türkiye’nin yardıma ihtiyacı olmadığını, savaş yıllarında bir tahribata uğramadığını, yeterli döviz ve altın stokuna sahip olduğunu, sanayi üretiminin arttığını belirtmişler, Türkiye’nin yardım görmek şöyle dursun, Avrupa’nın kalkınmasına yardım edebileceğini öne sürmüşlerdir (Doğan Avcıoğlu, a.g.e., sf.557).

[34] Marshall Planı çerçevesinde 8 Temmuz 1948’de TBMM’de onaylanan İktisadi İşbirliği Anlaşması kastedilmektedir.

[35] Doğan Avcıoğlu, a.g.e., sf. 524.

[36]Doğan Avcıoğlu, a.g.e., sf. 556-562.

[37] Bu raporun detayı ve Türkiye’nin idari yapılanmasıyla ilgili hazırlanmış diğer raporlar için bkz.Ahmet Erol, a.g.e., sf. 84-156.

[38]Bu durumun benzerlerine daha önceki tarihlerde de rastlamak mümkündür. Maliye Teftiş Kurulunca hazırlanan 15.01.2002 tarihli ve 1.1.1 sayılı Basit Raporda, IMF ve Dünya Bankası’nca, Devletin yapılanmasıyla ilgili olarak hazırlanan “Gizli” raporlardan dem vurularak, raporların hazırlanması sırasında Maliye Teftiş Kurulu’nun görüşlerinin alınmamasından yakınılmıştır. Bu Basit Raporun devamında ise, IMF ve Dünya Bankası’nca Türkiye’ye verilen bu öneri raporların Teftiş Kurulu’ndan saklandığı iddia edilmiştir. (Ahmet Erol, a.g.e., sf. 150-152)

[39] Ali Alaybek, Gelir Vergisi Davamız, İstanbul,1947.

@2024 -YASAL UYARI : Yazılar Yazarın Kendi Görüşünü İfade Etmektedir. İnternet sitemizde yer alan yazıların tüm hakları saklıdır. Ancak yazar ve site kaynağının aktif linkine yer verilerek alıntı yapılabilir. YAZILAR AYNEN YAYIMLANAMAZ. Aksi yönde eylemler hakkında Fikir ve Sanat Eserleri Kanunundaki tazminat ve ceza hükümlerinin uygulanması için hukuki süreçler başlatılacaktır.